29 Temmuz 2011 Cuma

Le fabuleux destin d'Amélie Poulain ( Amelie )


IMDB puanı: 8.6
IMDB Top 250: 46
Yapım: 2001, Fransa
Tür: Fantastik, Komedi, Romantik
Yönetmen: Jean Pierre Jeunet
Senaryo: Jean Pierre Jeunet, Gauillaume Laurant
Görüntü Yönetmeni: Bruno Delbonnel
Müzik: Yann Tiersen
Oyuncular: Audrey Toutau (Amelie Poulain), Mathieu Kassovitz(Nino Quincampoix), Jamel Debbouze (Lucien), Dominique Pinon(Joseph)…

5 Oscar ödülü adayı: En iyi seneryo, En iyi müzik, En iyi yabancı film, En iyi görüntü yönetmeni, En iyi sanat yönetmeni
Diğer 51 ödül ve 46 adaylık

"Sensiz, bugünün duyguları, geçmişteki duyguların ölü kabuğundan başka bir şey olamaz."




Amelie…
“Kader” kelimesinin tanımını yapar bize, her şeyin nasıl bir kısır döngüde olduğunu teker teker ayrıntılarıyla anlatır. Farkındalık sağlar. Çünkü bu film yıllara meydan okuyan bir filmdir. Aylar geçse de yıllar geçse de unutulmaz. Hani filmler için klasiklere girebilecek bir film derler ya, işte oradaki klasik kelimesi filmin çok güzel olduğunu, yıllar boyu yaşlanmayacağını gösterir. Yıldan yıla değeri daha da anlaşılır ve gençleşir. Her izleyişinizde bir şeyler daha keşfedersiniz, daha da iyi anlarsınız, daha da derinden orada ki dünyanın içine girerek, kendinizi onlardan biriyle bütünleştirerek... O kadar farklı insanlar var ki - gerçek hayatta olduğu gibi – kendinizle bütünleştirecek birini mutlaka bulursunuz.



Belki kızına sadece sağlık kontrolleri sırasında dokunan Amelie’nin babasıyla, belki sinir küpü olan Ameli’nin annesiyle, belki hastalık hastası olan ama ona gösterilen bir ilgiyle iyileşebilen Georgette,  belki kristal adamla belki de Amelie Poulain ile bütünleşirsiniz. Herkesin kendi dünyası bambaşkadır. Bu bambaşkalık içindeki yolu kaderimiz belirler.

Amelie’nin kalbi, babasının tek bir dokunuşunda deli gibi atardı. Bu yüzden onun kalp hastası olduğunu düşündüler ve okula gidemedi. Annesi onu evde eğitirdi.
Okula gidememek belki onu biraz daha yalnızlaştırsa da bu onun kaderin bir parçasıydı. Kaderi ise banyoda elinden düşürdüğü kapağın yerde yuvarlanarak bir şeyleri gizlemek için sıkıca kapatılmış bir fayansa çarpmasıyla değişir. Amelie kapağı almak için eğildiğinde kaderine adım adım yaklaşır. Ve fayansı çıkartıp o boşluktaki kutuyu bulduğunda Amelie’nin kaderi değişmiştir.

Kutuyu açıp içindekilerin hatıra olduğunu görünce ne olursa olsun bunu sahibine vermeye karar verir. Duygulanırsa başkalarını hayatına burnunu sokmamaya başlayacaktı. Duygulanmazsa, çok kötü…

Bir kere bile gitmediği sadece dışarıdan izlediği komşularına teker teker ellili yıllarda dairesinde oturan kişiyi tanıyıp tanımadığı sorar. Fakat ne kadar uğraşsa da bir türlü bulamamıştır. Ta ki kristal adam ona yardım edene kadar. Kristal adam, hastalığı nedeniyle kemikleri bir cam gibi kırıldığından dışarı çıkmazdı.


Amelie en sonunda kutunun sahibi bulmuştur. Bretodeau çalan bir telefon kulübesine girdiğinde çocukluğunun onu orada beklediğini nerden bilebilirdi ki… Bretodeau hemen her şeyi hatırladı ve gözyaşları yanaklarından süzülüverdi. Amelie için mükemmel bir gündü.

Ertesi gün babası için bir şeyler yapmaya karar verirken fotoğraf kulübesinin yanında daha önce gördüğü adamı görür. Adamın yırtılan fotoğrafları toplayışı garibine gider. İlginçlik, hayalcilik bir anda Amelie’de çağrışımlara neden olur. Sanki kader o gün onu oraya getirmişti. Tanımadığı bir adam için kalbinin hızlı çarpması belki de bu yüzdendir.
Hızlıca adamın peşinden koşmaya başlar, adamın motosikletinden düşen defteri alır. Bu bir fotoğraf koleksiyonudur. Fakat diğerlerinden farkı beğenilmeyerek yırtılıp çöpe atılan vesikalıklardan oluşmasıdır.

Amelie neredeyse her gün o deftere bakar. Baktıkça duyguları yinelenir. Ona aşık olduğunu ise kristal adamın her yıl bir tane yaptığı sandalda akşam yemeği tablosunda görür. Tablodaki elinde su bardağı olan kız Amelie için bir ayna gibidir. Çocukluğunu, yalnızlığını, karasızlığını, suskunluğunu ve aşkını görür. Amelie sonunda bu yalnızlıktan çıkıp aşkına ulaşmaya karar verir. Aşkı; Nino...
Amelie ve Nino her ne kadar birbirlerini tanımasalar da birbirlerine adım adım yaklaşırken aralarındaki gizemlilik daha da artıyordu.

Filmlerin en güzel kısımları hep sonları olmaz mıdır? Tahminlerimizin doğru çıktığını görerek mutlu olduğumuz, sevgililerin buluşmasıyla mest olduğumuz ya da tutmayan tahminlerimize gülümseyerek geçtiğimiz, buluşmayan aşıklar için ağladığımız sonlar… Bir de güzel bir filmse o kısımları hiç aklımızdan çıkarmayız. Her zaman unutulamayan bir tat gibi ağzımızda kalır. Yeniden, yeniden ve yeniden izlersin.
İşte böyle bir film Amelie. İzleyenlerin suratından gülümseme eksik olmaz.

Yönetmen Paris’in güzelliğini görsel olarak ekrana başarıyla yansıtmış. Film boyunca yeşil ve kırmızının uyumunu görebilirsiniz. Bu izleyenlerin ruhunu rahatlatan bir hile gibi. Bir yandan Yann Tiersen’in başarılı müzikleri, bir yandan o rahatlatan müziğe eşlik eden rahatlatıcı renkler bir yandan o yetenekli oyuncuların bize kaderin aşka giden yolunu anlatışı. İnsan rahatlarken suratında mutlaka bir tebessüm olur. Bu film insanın ruhuna hitap ediyor. Ama bir yandan da ayrıntılar filmin temeli oluşturuyor. Ayrıntılar size neden bu filmin yıllarca değerlendiğini gösterecek.

Amelie’yi başlarda günün çoğunu Çift Değirmen Kafe’sinde çalışan, rutin hayata sahip bir kız olarak görüyoruz. Sonlarda ise bambaşka… Kader, aslında Amelie’nin istediklerini ortaya çıkaran bir aracıdır, başı şeyleri fark etmemizi sağlar. Bu kaderin oyunuyla Amelie, Fransız sinema tarihine “Tüm dünyada en büyük başarıyı kazanan Fransız filmi” olarak geçti.


Filmin müzikleri ise hayatınızda yer edecek müzikler. Sadece izlemek yetmez. Kendinizi o dünyada hissedebilmek için müziğin sizi o kıvama getirmesi gerekir. Filmi izledikten sonra gerçekten Yann Tiersen size neler sunmuş göreceksiniz.

Amelie rolüyle sinemaseverlerin kalbinde taht kuran tatlı ve hoş kız Audrey Tautou daha sonra 2006 yılında The Da Vinci Code ile ilk Hollywood çalışmasını gerçekleştirmiştir. Coco Chanel’den Önce ve birçok filmde başrol oynayan Audrey başarısını kanıtlamıştır.

Yıllar geçtikçe değerlenen bu filmin oyuncularının ise yapabildiklerinin en iyilerini yaptığını düşünüyorum. Çünkü neredeyse hepsini ilk veya ikinci deneyimi. Buna rağmen yapmacıklık yok, adeta bir yapboz gibi oyunculuklar yerine oturmuş. Filmin bir diğer önemli yanı ise müthiş seçilmiş oyunculardır. Bu karaktere uymamış diyebileceğimiz birini bulamıyorum.

Jean Pierre Jeunet, senaryosunu Guillaume Lurant ile birlikte yazdığı bu filmi hayatı boyunca gözlemlediği, hakkında notlar aldığı ve kendisinin de yaşadığı Paris banliyölerinden biri olan Montmarte’de çekti.

Gözümüze, kalbimize ve kulağımıza hitap eden bu film kesinlikle izlenilmeyi hak eder.







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder